Adnan FARUK (İzmir, 2024)
“Her nefis ölümü tadacaktır.” (Al-i İmran, 185)
Kitap: Bir İdam Mahkumunun Son Günü / Yazar: Victor Hugo
Ölüm:
İki heceli, dört harfli; ancak okyanuslar kadar mürekkebin, ağaçlar kadar kalemin yaza yaza bitiremeyeceği ve ardında bizi neyin beklediğini bilemediğimiz fakat bir umutla kendi doğrumuza inandığımız esaslı bir gerçek.
Ölümü tüm hakikati ve hissiyatıyla kaleme alıp anlatmak, biz fani canlılar için pek mümkün olmayan bir meseledir. Ancak bir yakınımızı kaybettiğimizde, bir ölüme ayne’l yakîn şahit olduğumuzda veya ölümle burun buruna gelip kıl payı kurtulduğumuzda bir nebze de olsa hissettiklerimizi, korku ve empati müvacehesinde tarif edebiliriz. Bu tarifin gerçeğe ne derece yakın olduğunu ölene kadar bilemeyeceğiz fakat bu olguyu, hislerin en etkili ve derin bir ifade aracı olan sanat ile aktarmanın, bizi empati noktasında hassaslaştıracağı ve farkındalığımızı arttıracağı da kabul edilmelidir. Nitekim günümüze kadar ölümü konu alan birçok sanat eseri vücut bulmuştur. Bu yazıda inceleyeceğim “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” isimli kitap da, işte bu kıymetli eserlerden bir tanesi.

1829 yılında Victor Hugo tarafından kaleme alınan “Bir İdam Mahkumunun Son Günü”; Fransa’da işlediği bir suçtan dolayı idama mahkum edilen bir suçlunun idam kararından, Gréve Meydanı’nda giyotinle idam edileceği güne kadarki altı haftalık süreçte ölümü bekleme ıstırabını anlatan; hayat ile ölüm arasındaki incecik ipin, ölüme en çok yaklaştığımız anda gözümüze dünyanın en güçlü halatı gibi görünebileceğini gözler önüne seren, gerek bireysel gerek toplumsal duyarlılığı bu ince ipin en hassas yerini titreterek hissettiren ve idama meydan okuyan romantizmi yüksek bir kitap.

Kitabın olay örgüsünü ve üslubunu ele almadan önce önsözünden bahsetmek istiyorum. Bilgi kitaplarında sık karşılaştığımız önsözlere, edebî eserlerde daha az rastlanır ve genelde de bu önsözler, okunmaktan pek nasibini alamayan bir bölüm olarak kitabın girişinde okurlarını içeri buyur etmeye devam eder. Bu eserin önsözü de, uzunluğu itibariyle benzer bir hissiyatı versiyor olsa da, kesinlikle es gecçilmemesi gereken, idamın olağan olduğu bir dönemde ölüm cezasına açıkça karşı çıkışın bir portresi olan ve okuru kitabın akışına hazırlayan bir niteliğe sahip. Burada, günümüzde halen tartışılmakta olan ölüm cezasının haklılığı veya haksızlığına değinmeyeceğim. Zira Victor Hugo, kaleme aldığı önsözü ile bu hususu şairane bir dille ve pek dokunaklı bir biçimde işlemiştir. Kitaba başlamadan evvel mutlaka bu önsözün okunmasını tavsiye ederim. Her ne kadar hukuka ilişkin bir söylev niteliğinde olan bu önsözü okumanın, eserin romantik havasına bir nebze ket vurduğu eleştirisini duymuş olsam da, buna katılmıyor; hukuku ve ondan da ziyade insanlığı ilgilendiren bu metnin teknik bir hukuki metin değil, sosyolojik bir manifesto olduğunu ve özellikle üslubundaki şairane mizaç ile eserin romantizmine başka bir boyut kazandırdığını düşünüyorum.

Önsözden sonra gelen “trajedi hakkında bir komedi” isimli bölümde ise kitabın yazıldığı dönemde hangi siyasi ve toplumsal eleştirilere maruz kaldığı gösteriliyor. Bu bölümdeki 8-10 kişilik grubun yaptığı kalıplaşmış eleştirileri okuyunca; yeniliğe, gelişmeye ve düşünmeye karşı katı bir duruşun ve eski rejimlere duyulan hasretin sığlığının geçmişte hep varolduğu, günümüzde halen devam edegeldiği ve gelecekte yine varlığını sürdüreceği gerçeği ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Bu hitaplardan sonra da esas kurgu başlıyor .
Kitapta nerede, ne zaman ve nasıl işlendiğini bilmediğimiz bir suçtan idama mahkum edilen bir faille karşılaşıyoruz. Tıpkı suçta olduğu gibi faile ilişkin de birçok bilgiden mahrumuz: Adı, sanı, nereli olduğu, memleketi vs. Yalnız evli ve bir çocuk sahibi olduğu ile annesinin yaşadığı bilgisine sahibiz. Yazarın bunları es geçmesindeki asıl maksat, ana karaktere ilişkin bir önyargı oluşmasını engellemek olmalı. Çünkü modernite gömleğinin gerçek ahlaksızlığı ört pas ettiği günümüzde, bir kişi işlediği suçun niteliği ile değil sahip olduğu subjektif özellikleri ile değerlendirilebiliyor. Söz gelimi, bir zengin ile bir fakirin işlediği suç aynı olsa bile onlara karşı yapılan toplumsal linç faaliyeti aynı oranda olmuyor. Yahut kişinin dış görünüşüne, mesleğine ve hatta kadın veya erkek olmasına göre bile değişebiliyor. İşte yazar, daha kitabın başında bizi bu tip unsurlardan soyutlayarak olaya filtresiz bir mercekten bakmamıza yardımcı oluyor.

Kitabın ilk sayfasından son sayfasına kadar ana karakterin dilinden öleceği bilgisiyle yaşamanın acı hissiyatını okuyorsunuz. Karakterin ölüm cezasını duyduğu an ve sonrasındaki altı hafta boyunca ruhunun her saniye bu gerçekle yoğrularak nasıl eridiği kitapta sayfa sayfa hissediliyor. İdama adım adım yaklaşırken baktığı her detayda ölüm soğukluğu, yüzüne bir tokat gibi çarpıyor. Ölümünden sonra bir de eşinin ve çocuklarının düşeceği durumun düşüncesi ile işkencesi daha da perçinleniyor. Yazar bu duyguları kitaba ilmek ilmek ancak sonlarına doğru artan bir yoğunlukla işlemiş. Ölümün bilinciyle değil de fark ettirmeden gelmesine duyulan ihtiyaç, ölümü beklemenin verdiği ıstırabın fiziksel acıdan daha yoğun olması ve insanın son uykusuna yattığını bilmesi, etrafımızda olan bu hakikati daha bilinçli bir şekilde düşünmeye sevkederken failin ruhsal azabını da kare kare içimize işliyor. Hususiyetle, karakterin infazdan evvel kendisini tanımayan üç yaşındaki kızıyla konuşması ve öldükten sonra zihninde varolmak istediği tek insanın -kızının- hafızasında yok olduğunu görerek giyotinden önce bir kez daha ölmesi, herhalde kitabın en duygusal kısmı olsa gerek. Sanırım bu yoğunluğu çocuğu olanlar daha iyi yaşayacaktır.

Yazarın inşa ettiği kurguda yaptığı toplumsal eleştiriler de kayda değer. Her şeyden önce, siyasilerin dikkatini çekmek istiyor Victor Hugo. Fakat bunu esas kurguda değil, daha ziyade önsözde görüyoruz. Politika belirleyicilerin, kendi çıkarı için insanlara haklar tanımasını eleştirirken, siyasetteki kandırmacalara artık inanmayan ve güvenmeyen halkın yozlaşma potansiyeline de vurgu yapıyor. Fakat yazar, halkın tarafında da yer almıyor çünkü ona göre halkın da siyasiler gibi sorumlu olduğu bazı hususlar var. Yazar, ölüm cezalarını ve Hugo’nun kendi tabiriyle tanrının bir kulunun kutsal şahsiyetinin canavarca yok edilmesini, halkta kayıtsızlığı ve duyarsızlığı arttırarak erdemi yok eden bir unsur olarak görüyor. Üstelik halkın bu kayıtsızlığa ek olarak bir de böylesi bir duruma merak besleme ve bunu bir eğlenme ve rahatlama ritueline dönüştürmelerine karşı çıkıyor. Victor Hugo’nun eseri kaleme aldığı günlerde yaptığı bu tespitin, günümüzde artarak devam ettiğini görmek üzücü bir durum. Etrafımızda ve dünyada olup bitenlere aynı kayıtsızlık ve duyarsızlıkla hayata devam eden insanlar açısından bu kitap, bir nebze de olsa empati yeteneklerini yeniden yeşertebilir diye umuyorum. Hoş, her şey ayan beyan ortada iken yerinden kıpırdamayan insana ne etki edebilir, diye düşünülebilir. Ancak sanat eserlerinin gerçek ve yalın anlatımdan farkı da bu noktada ortaya çıkıyor. Sanat eserleri, zaten bildiğimiz bir gerçeği hiç görmediğimiz bir pencereden bambaşka bir filtre ile sunarak sıradanlaşmış gerçekliğimizi canlandırıp farkındalığımızı bir üst boyuta taşıyan esin kaynaklarıdır. Sanata bu denli kıymet vermemizin nedenlerinden biri de bu. Estetik zevk ile ruhumuza sağladığı hazzın yanında iğreti durmayan bir öğreti menbağı olabiliyor. Bu cihetle, bir insanı suça sürükleyen ve fakat genelde göz ardı ettiğimiz toplumsal dışlama faktörünü bir yazar ve şair olarak dile getirme sorumluluğunu hissederek; tıpkı Sabahattin Ali’nin “Köprü Çocukları”, Adil Erdem Bayazıt’ın “Boşluk-lu Yaşamak” şiirinde, bu yazının tetikleyici unsuru olan Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” isimli romanında ve diğer birçok sanatçının eserinde ifade ettiği gibi kaleme almaktan gurur ve mutluluk duyuyorum.

Yazarın anlatısına tekrar dönecek olursak, yukarıda zikrettiğim gibi empati ve duyarlılık noktasında hassaslaştırmasının yanında suçlara, cezalara, toplumunun bu konudaki rolüne ve elbette hukuka dair bizleri düşünmeye sevk ettiğini de söylemeliyim. Bir suçun ardında yatan faktörleri, suçlara verilen cezaların adilliği ve işlevi, cezaların amacının ne olduğu gibi sorular, önsözün yardımıyla okurun zihninde beliriyor. Hususiyetle de ana karakterin infaz edileceği gün bekletildiği bir odada tanıştığı bir başka idam mahkumunun hayat hikayesi, zihnimizi bu alanda en çok meşgul eden ve kitabın topluma haykırmak istediği soruların özeti mesabesinde. Elbette ben bir kriminoloji ve ceza teorisyeni olmadığımdan işin bu yönündeki teknik konulara burada değinemeyeceğim. Ancak bir hukukçu adayı olarak her birimizin düşünüp belli fikirler ileri sürebileceği bu konuyu yazarın çizgisinde sorgulamak istiyorum. Bahsettiğim bu yan hikaye, cezalara hangi mantıkla yaklaşmak gerektiği ile alakalı fikir verir nitelikte.

Peki gerçekten bir suçluya neden ceza veriyoruz? Ceza vererek neyi amaçlıyoruz? Önemli olan yalnızca mahkuma yaptığı fiilin sonucu olarak fizikî/manevi acı çektirmek mi? Pozitif ve normatif temele sahip bir cezanın, mahkumu belli şeylerden mahrum bırakması yeterli mi? Önemli bir diğer soru da, bu şekilde cezasını çeken bir mahkum topluma dönüşmüş bir insan olarak gelecek mi? Aslında evet. İçinde biriktirdiği ıslah edilmemiş öfkesi ve güdüleriyle topluma daha azılı bir suçlu olarak dönecek. Mahkumun geride kalan ailesinin durumu ise cabası. İşte, ana karakterin karşılaştığı mahkumun hikayesinde olduğu gibi toplumun zaten dışlayarak yarattığı mahkumun üzerine -günümüzde fiilî olmasa da- bir damga vurarak suçluya bedel ödetmiş olmak, kısa vadede işe yarasa da, uzun vadede onun suçlu yapısını daha beslemiş oluyor. Bu noktada suç işleyen kişilere neden ceza verdiğimizi iyi kavramak gerek. Ceza hukukunun temel görevi, toplumsal ya da sosyal barışın sağlanmasıdır¹. Bunu da suçların tipini ve yaptırımlarını öngörerek yerine getirmeye çalışır. Doktrinde ceza vermenin amacı olarak kefaret amacının yanında özel ve genel önleme amacı da olması gerektiği belirtilir. Yani ceza bir yandan suçluyu topluma uyumlu bir hale getirmeyi, diğer yandan kanunda düzenlenmek ve infaz edilmek suretiyle korkutmalıdır². Victor Hugo da cezaların ıslah edici yönünü, kitabında ikinci idam mahkumunun makus talihi ile ve sanatsal bir vecihle ifade ediyor. Ayrıca mahkumların, kendi tabiriyle “bahtsızlar takımından bir varlık” olmadığını hatırlatıyor. Faruk Erem’in kitabında dediği gibi, “Suçluyu kazıyın, altından insan çıkacaktır… Karşınızdaki suçlunun gözlerinin içine bakın. Orada derdini dökmek isteyen insanı göreceksiniz.”³.

Yazarın bu eseri kaleme almaktaki temel güdüsü; gelecek kuşaklara bir bilinç oluşturmak, insanların kaderlerini etkileyebilecek karar alma mekanizmalarını işgal edenlere yön verebilmek ve düşünceleriyle toplumun dar kalıplarından sıyrılmakla beraber yazarak yanlış giden bir şeylere engel olma çabasıdır. Bunu önsözünde vurguladığı gibi kurgunun içerisinde de ana karaktere bir şeyler yazma fikri vererek de dile getiriyor. Bugün elinde kalem tutan bizlerin de, bir hevâ ü hevesle değil, aynı amaç ve hedefle kalemlerimize sarıldığımızı görmek mutluluk verici. Bu açıdan yazarın edebî zevkle beraber böyle ulvi bir gaye taşıması takdir edilecek bir durum. Ayrıca, Victor Hugo’nun vermek istediği mesaj ve edindiği misyonun yanında anlatım tekniğindeki kalitesine de değinmek gerekir. Karakterin yaşadıklarını aynıyla hissettirebilen bir kalemi var yazarın. Toplumsal tespitlere de belli aralıklarla kısa kısa yer vermesi de hoş bir tat bırakıyor. Kırk dokuz bölümden oluşan eserin hemen her bölümünün sonunu, üzerine durup düşünecek bir cümle ile bitirmiş. Tasvirleri genel olarak yerinde ve anlamlı olmakla birlikte, bazı betimlemelerini gereksiz bulduğumu söylemeliyim. Örneğin, bir zincir yahut bir taşıt mekanizmasının en ince detaylarını hikayenin akışı açısından pek yararlı görmüyorum. Elbette, okurun mekanı anlayabilmesi için belli seviyede bir tasvir gerekli. Ancak bu, fazla detaya girilmeyen bir tasvir olmalı. Çünkü her detayı yazar verdiğinde, okurun zihninde mekana veya nesneye ilişkin tahayyül hakkına tecavüz etmiş olduğunu düşünüyorum. Kendi anlayışıma göre, yazar bazı öğeleri sunmalı ve eksik kalan yerleri tamamlamayı okura bırakmalı. Ama neticede bu, yazara ait bir tercih ve Victor Hugo seçimini bu şekilde yapmış. Bizlere de bu hususta eleştirmenin yanında saygı duymak düşer.
Bir İdam Mahkumunun Son Günü adlı eseri, kendi kalemimle inceleyerek düşüncelerimi aktarmaya çalıştım. Faydalı olmasını dileyerek sizleri kitapla baş başa bırakıyorum. Keyifli okumalar…
¹ Özbek/Doğan/Meraklı/Bacaksız/Başbüyük; Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınları,14. Baskı, 2023, s. 42
² Özbek/Doğan/Meraklı/Bacaksız/Başbüyük; Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınları,14. Baskı, 2023, s. 601
³ EREM, Faruk; Bir Ceza Avukatının Anıları, Lykeion Yayıncılık, 16. Baskı, 2021, s.5
